DEĞİRMEN
Hiç sen
bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?...
Görülecek şeydir o...
Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde
simsiyah bir çatı... Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya
sıçraya dönen tozlu kayışlar... Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış
buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz torbalara
doldurulmuş unlar...
Taşların
yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. Halbuki döşemedeki küçük
kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın
yüzüne yayılır...
Ya o seslere ne dersin
adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman
bir dalga halinde dolan seslere?... Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak
ağaçlarında esen kış rüzgârı gibi uğuldar, taşları kah yükselen, kah alçalan ağlamaklı
sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır... Ve mütemadiyen dönen
tahtadan çarklar, gıcırdar, gıcırdar...
Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştün
adaşım, ama bir daha görmek istemem.
Sen aşkın ne demek olduğunu
bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?...
Çooook desene! Sevgilin güzel
miydi bari? Belki de seni seviyordu... Ve onu herhalde çok kucakladın... Geceleri
buluşur ve öperdin değil mi? Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç
olursa...
Yahut sevgilin seni sevmiyordu...
O zaman ne yaptın? Geceleri ağladın mı?... Ona sararmış yüzünü göstermek için
geçeceği yolda bekledin, ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?...
Fakat herhalde ikinci bir aşka
atlamak senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvel' kendi kendisinden utanır
gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı
almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en
aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir.
Ha, sonra bir üçüncü, bir
dördüncüye sevdin, ve bu böyle gidiyor. Peki ama, bu sevmek midir be adaşım, bir
kadını öpmek, onu istemek sevmek mi dir?...
Çırılçıplak soyunarak
şehrin sokaklarında koşabiliyor musunuz?...
Bir bıçak alarak kolundaki ve
bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor
mu?
Bir şehrin adamlarını
öldürmek cesareti sende var mı? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek
kadar kuvvetle bağırabilir misiniz?
Aşk sana bunları yaptırabilir
mi? İşte o zaman sana seviyorsun derim...
Sen sevgiline ne verebilirsin
sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisi ne? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?...
Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?... Hem biliyor musun, bu aptalca bir
laftır: kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun...
Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini
vermiş olursun...
Siz
sevemezsiniz adaşım, siz, şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine
itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler...
Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler: batı rüzgârı kadar serbest
dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingeneler...Dinle adaşım, sana bir
çingenenin aşkını anlatayım...
Bir gün karların
erimeğe başladığı mevsimdeydi bütün çergi, otuza yakın kadın, erkek ve çocuk,
dört beygir ve iki defa o kadar da eşek Edremit tarafına doğru göçüyorduk.
Can sıkan ve bize hiç uymayan
bir kıştan sonra ısıtıcı güneş ve yeni belirmeğe başlayan yeşillikler hepimize
tuhaf bir oynaklık vermişti. Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir
şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar, bağırıyorlar ve şose
yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı.
Delikanlılar keman ve klarnet
çalarak yürüyorlar, genç kızlar parlak sesleriyle su gibi türküler
söylüyorlardı.
Ben de etrafı gözden geçirerek
bir köy, bir çiftlik, yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum.
İkindiye doğru siyah zeytin
ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti.
Burası küçük bir değirmendi. Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının
arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor, oradan da dört tane tahta
oluğa taksim oluyordu.
İhtiyar çınarlar çukura
gömülen eski değirmenin siyah kiremitli çatısını örtüyorlar, ve ön tarafındaki
geniş meydanı gölgeliyorlar.
Ağaçların hışırtısını
bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular
iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu. Burada
çergilemek hiç de fena değildi. Yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden
değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu. Ve bir kurşun atımı ötede beyaz
minaresiyle bir köy görünüyordu.
Daha çadırları kurmadan Atmaca
klarnetini alarak, kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı, çalmağa
başladı, İçeride sesi duyan köylüler, oraya birikerek dinliyorlardı. Değirmenci de
bunların arasındaydı, beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu.
Bilir misin adaşım, bu
köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde
bizi gene severler.
Aralarında bir kileye yakın
buğday toplayarak Atmaca'ya verdiler. Ve değirmenci bunu iki çömlek de yoğurt ilave
etti. Biz bu güzel kabilden cesaret alarak biraz ötedeki zeytin ağaçlarının
arasında çadırlarımızı kurduk.
İşler iyi gidiyordu. Kadınlar
taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde satmakta güçlük
çekmiyorlardı. Çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile düğünü
çağırıyorlardı.
Atmaca tabii en baştaydı...
Sen bu Atmaca gibisine daha
rastlamamışsındır. Bir kere heybetli delikanlıydı: yağız derisi, yüzüne delice
dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri... Sonra burnu... Uzun, sivri, ucu biraz
aşağı kıvrak burnu. Bunun için biz ona Atmaca derdik... Başı geniş omuzlarının
üstünde bir Arap atındaki gibi dik dururdu ve bir Arap atı ondan daha çevik
değildi...
Bütün çergilerde onun
cesareti, onun güzelliği, onun algısı söylenirdi.
Başka Çingeneler gibi
çalmazdı o, adaşım: bir kere nota bilirdi. Şehir mektebini okumuş, bitirmişti:
sonra içliydi...sanırdın ki klarneti çalarken havayı ciğerlerinden değil doğrudan
doğruya yüreğinden veriyor.
Geceleri tek başına bir
ağacın dibine çekilirdi. Biz de çadırların önüne çıkıp yüzü koyun yatar,
çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik.
Hiçbir sevgilisi yoktu. Ne
geçtiğimiz Türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller, ne de ince dudaklı Çingene
kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi...
Halbuki çalgı çalarken büyük
gözlerle oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi bir nem belirdiğini, esmer
yanaklarında, bir ateşe rasgelmiş gibi derhal kuruyan birkaç ufak damlacığın
yuvarlanmak istediğini görmüştük.
Çok konuşmaz, konuştuğu zaman
da içindekilerden bize bir şey sindirmezdi. Neler hisseder, neler düşünürdü?
Hiçbirimiz bilmezdik. Acaba birisini sevdiği için mi, yoksa hiç kimseyi sevemediği
için mi, bu kadar yanık, bu kadar derinden çalıyordu?...
Ara sıra uzun müddet kaybolur,
başka çergilerde dolaştığı, şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği
söylenirdi.
Kasabadaki efendiler ona ekran
muamelesi ederlerdi, fakat o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular, düğünlerde
bizimle beraber çalgı çalardı.
Hemen her akşam değirmenin
önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk. Şimdilik bir şey
anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu. Kızıyla beraber yük çınarın
altına bir hasır atıyor, bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu.
Değirmencinin kızı tam bir
köy güzeliydi. Yuvarlak bir yüzü, kalın dudakları, kalçalarına kadar uzanan ince
örgülü saçları vardı. Ama yüzü hep soluktu. Etrafındaki şeylere, kendisiyle
alışverişi yokmuş gibi dümdüz bir bakışı, ve dudaklarının kenarından
dökülüyormuş gibi, isteksiz bir gülüşü vardı. Bu kızcağız sakattı adaşım,
küçükken sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştı. Şimdi onun
yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen sallanıyordu. Ve bu onu insanlardan
ayırıyordu.
Düşünebilir misin, güzel bir
kızın bir kolu olmazsa bu ne demektir? Derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan
genç kızlara karışamıyordu. Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmüş örtmeğe
mecburdu... Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla da
birleşemezdi, çünkü ne tef çalmak, ne de parmaklarının arasına tahta kaşıklar
alarak oynamak elinden gelirdi...
Belli ki onun bütün çocukluğu
bitmez tükenmez bir hasretle geçmiş; belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan,
birbiriyle alt alta üst üste güreşen, değirmenin önünde erkek çocuklarla su
fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak dolu gözlerle bakmış. Şimdi
bütün bunlara alışmış görünüyordu. Başka insanların yaptığı birçok şeyleri
yapmak hakkının kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu.
Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce oturup meydanda eşelenen tavuklara,
yahut kocaman çınarın kıpırdayan yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı
vardı ki, adamı ağlamaklı ederdi. Geceleri babasıyla beraber gelir, onun yanında diz
çöküp oturarak bize bakardı...
Sözü kısa keselim adaşım,
bizim mağrur ve insafsız Atmacamız değirmencinin bu sakat kızına vuruldu. Tavuslara,
sülünlere bakmağa tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun
şikarı oldu.
Eyvah bana ki meselenin çok geç
farkına vardım. Ben anladığım zaman alev saçağa sarmıştı... Yoksa çoktan
çergiyi toplar, başka yere göçerdim.
Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor,
düğünlere gitmiyor, zeytinlerin altında tek başına çalıyordu. Ama geceleri
çınarın altında adamakıllı coşar, gözlerini kıza diker, üfler, üflerdi...Ve biz
titrediğimizi, bağırmak, konuşmak, yahut yerlere atılıp ağlamak istediğimizi
hissederdik...Onun çalışında, bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe
tapanların, yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi
vardı.
Atmacanın kanatları
düşmüştü adaşım. Sarardıkça sararıyordu. Değirmencinin köye indiği günler
kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber oturduğunu ve tırnaklarını
parçalamak ister gibi, iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görünce bu işin
böyle gitmeyeceğini anladım...
Bir gece onu çağırdım,
derenin alt başına gittik, kavak fidanlarının arasına oturduk. Çakıllarda acele
acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka bir şey
duyulmuyordu. Atmaca önüne bakıyor, niçin çağırdığımı, ne söyleyeceğimi
sormuyordu. Elimi omzuna koydum, gözlerini bana kaldırdı.
"Seviyorsun!..." dedim.
"Öyle..." dedi.
"Ne yapacaksın?..."
Bu sualin cevabını bulmak ister
gibi gözlerini yukarıya, yıldızlı göğe çevirdi. Uzun uzun baktı, birdenbire:
"Sen bizim
çeribaşımızsın dedi, gezdiğin yerler benden çok, tecrübelerin fazla, aklın
dirayetin bütün Çingenelerden üstündür. Sana açılmalıyım...
Gözlerini hiç
indirmeden, sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi, söylemeğe başladı:
"Onu seviyorum, ne
yapacağımı da hiç düşünmedim. Sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin...
Ben ki arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmezdim:
yedi köye hükmeden eşraf bana gelip, "Kızım senin için yataklara düştü...
Çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım, yalnız gel, gel de
kızımızı kurtar!..." diye yalvardılar da gene cevap vermeden yoluma gittim;
işte şimdi bu bir kolu olmayan kızı seviyorum. Onu alamam, onu kaçıramam... Halbuki
o da beni seviyor. Bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. Gel dedim, beraber
kaçalım. "Acı acı güldü, "Ağam dedi, ben senden noksanım, bana sadaka
mı veriyorsun?..." Onu nasıl sevdiğimi anlattım: "Bana kolunun yerine
kalbini veriyorsun, bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?"
"Tekrar gözyaşları
boşandı: "Olmaz dedi, düşün ki, her karşına çıktığımda senden
utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? Bırak beni, ne
olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sende bir daha buralara uğrama.
Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar, gördürdün, seni ömrümün sonuna
kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmağa kalkma, eğer sahiden beni
seviyorsan hemen buralardan git!..."
Atmaca burada bir nefes aldı ve
gözlerini yeri indirdi: "Düşünüyorum, birleşirsek bu ikimiz için de sahiden
azap olacak. Aramızda anlaşılmaz, boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz.
Eğer o bana açılamaz, bana naz edemez, bana içinden geldiği gibi sarılamazsa,
gözleri her zaman: "Ne diye gençliğini benim için nara yaktın, sana yazık
değil mi?" demek isterse ben ne yaparım? Her sözünden, her tavrımdan alınır:
Kızsam ona dokunur, düşünceli olsam ona dokunur, sevsem ona acıyormuş gibi gelir,
kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp
gider...
"Ne yapacağımı, bu halin
beni nereye götüreceğini sorma, bende artık kuvvet yok. Akıl yok, düşünce yok,
yalnız aşk var. Mavzer kurşunu gibi çarptığını yene seren bir aşk... Senin
Atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!..."
Sustu, son sözler öyle
acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü ki, fazla bir şey sormağa, hatta
teselli etmeğe kalkışmadım; ona bu halde ne söz söylenebilir, nede o söyleneni
duyardı.
Koluna girip çadıra kadar
götürdüm.
İşler gittikçe sarpa
sarmıştı adaşım. Atmacanın hali beni korkutuyordu. Fakat yapılacak hiçbir şey
yoktu. Şimdilik işi oluruna bırakmağa karar vererek yattım. Bütün gece, büyük
çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmacayı, ve dudaklarının
kenarında geniş bir sevinç, soluk yanaklarında görülmemiş bir pembelikle ona doğru
koşan değirmencinin kızını gördüm. Fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman
şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor, bir çark gibi fırıl
fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu.
Günler, kuvvetli bir rüzgârın
sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbirinin arkasına geçip gidiyorlardı. Ve
biz, bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk. Herkes müthiş
bir şeyden korkuyor gibiydi. Bütün çergiyi ağır bir durgunluk kaplamıştı.
İhtiyar ve tecrübeli Çingene
karıları bildikleri afsunları okuyorlar, bütün iyi ve fena ruhları zavallı
Atmacanın imdadına çağırıyorlardı. O, gittikçe çöken yanakları, nereye
baktığı belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere
eğiyorlar, genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla
arkasından bakıyorlardı.
Kadın, erkek, genç, ihtiyar
hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk. Sanki serseri bir rüzgâr kafalarımızdan
her düşünceyi silip süpürüyor, bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu.
Bir gün Atmaca yanıma sokuldu.
"Bu akşam değirmende ahenk yapacağım, ben ihtiyarla konuştum!..." dedi.
Hafif yağmur çiseliyordu. Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi çok mümkündü.
Bunu ona da söyledim.
"Değirmenin içinde
çalacağım!" dedi.
"Değirmen geceleri de
işliyor, o gürültüde mi?" Tuhaf tuhaf güldü.
"Korkma! dedi, klarneti o
gürültüde de size duyururum. Nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi".
Yağmur akşama doğru sahiden
arttı. Karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor,
iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla
oynatıyordu.
Hepimiz değirmenin içine
dolduk. Tavanda sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve
çarklar, taşlar, tozlu kayışlar dönüyorlar, dönüyorlardı. Hepsinin birden
çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak tavandaki kesik hıçkırığına
karışıyor, birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu.
Değirmenci ve kızı duvarın
dibindeki sedire oturmuşlardı. Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip
gölgeler oynatıyordu.
Bütün gürültüleri bastıran
ince bir ses birdenbire yükseldi. Kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken
Atmaca çalmağa başlamıştı.
Adaşım, ben o gece dinlediğim
şeyleri öldükten sonra bile unutamam.
Dışarıda fırtına gittikçe
artıyor ve rüzgâr ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu. Yükselen sular
tahta oluklardan taşıyor, haykıra haykıra yerlere dökülüyordu.
İçeride taşlar nihayetsiz bir
coşkunlukla homurdanıyor; çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor; birbirine geçen
tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu. Ve bunların hepsini bastıran
deli bir ses kah yalvarıyor, kah hiddetle kıvranıyor, susacak gibi olduktan sonra
tekrar yükseliyordu.
Alaca karanlıkta Atmacanın
siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı. Genç kızın
acınacak bir perişanlıkla çırpınan büyümüş gözlerine...
Ve öyle şeyler çalıyordu ki
adaşım, onları anlatmağa bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur...
Bazen okşayan, ısıtan bir
sabah güneşiydi... Fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki
ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza
işleyen bir bıçak haline geliyordu.
Son ve keskin bir çığlıktan
sonra Atmacanın ayağa kalktığını gördüm. İki üç adım ilerledi ve klarneti bir
köşeye fırlattı.
Herkes doğrulmuştu.
Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı. O, yüzüne büsbütün dökülen kara
saçlarını eliyle geri attı. Birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle
etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin kızına dikti, uzun uzun
baktı...
O dakikayı ömrümde unutamam
adaşım; dışarıda fırtına arttıkça artmıştı, duvarlar sarsılıyor, tepemizdeki
kiremitler uçuyordu. Ve değirmen, azgın bir hayvan, homurduyor ve dönüyordu. Ve o,
lambanın sönük ışığında, olduğundan daha büyük âdeta bir gölge gibi
duruyordu. Gözleri genç kızın üzerindeydi. Tahammül edilmez bir acı yüzünün
şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu. Kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin
kenarına kadar fırlıyor, kah dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz
oluyordu. O dudaklar ki, bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve ağlayacak
gibi aşağıya çekiliyordu.
Bu bakış ancak bir an kadar
sürdü. Sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o, yere yıkılacak gibi sallandı.
Fakat hemen kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı. Sanki bir imdat
bekliyor gibiydi: Kendisini bu kahredici, bu parçalayıcı ağrılardan kurtaracak bir
imdat... Nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi. Gerisingeriye dönerek
değirmenin öbür başına, çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri
köşeye doğru atıldı.
Bir nefes alımı kadar hepimiz
olduğumuz yerde kaldık, sonra delice bağırarak arkasından koştuk...
Heyhat adaşım, çok geçti.
Atmaca yerinden fırlayan ve "iş işten geçti" demek isteyen gözlerle bize
doğru geliyordu.
Sağ kolu yerinde değildi ve
oradan oluk gibi kan fışkırıyordu. Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın
dibine yıkıldı...
İşte adaşım, sana seven bir
çingenenin hikâyesi...
Çiçeklerin açtığı
mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su
kenarlarında oturmak ve öpüşmek yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir... Seni
gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde veya
ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak,
söz aramızda gene hoş şeydir. Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi
kendisinde taşımağa tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız
bu sevmektir.
Sabahattin ALİ |